Gelecek endişesi, hastalık korkusu, sevdiklerimizi kaybetme korkusu, depremler, felaketler, salgınlar… ve ortalıkta zombi gibi gezinen bok bakışlı insanlar. Çağımızın yeni moda hastalığı” MUTSUZLUK”..
Kime sorsanız patlamaya hazır şikayet kutusu gibi, bir dokun bin ah işit! Modunda. Öyle ki; içlerinden kariyer sahipleri olanları da var. Maddi yönde çok uçları da var.Hatta bunun her şeyi var ne derdi olabilir ki? Dediklerimiz belki de durumlardan en çok şikayet edenlerin başını çekmekte.
Son zamanlar da hayatının baharında gelecek vaad eden asistan bir doktorun canına kıyması. Her ikisi de imrenilecek kariyer sahibi olan karı kocanın birlikte hayatlarına son vermesi. Gençlerin, anne babalarla çatışıp çok matahmış gibi kafalarına sıkması. Büyüğünden küçüğüne insanların son günlerde dilinden ölümü, yok olmayı düşürmeyip uzmanların kapılarını çalarak ağır antidepresanlara sarılması… Tüm bunlar, milletçe yakalanmış olduğumuz mutsuzluk hastalığının habercileri..
Bizler artık mutlu olmayı beceremiyor muyuz? Ya da karşılaştığımız her sıkıntıda mücadele yerine ölümü ya da çöküşü seçmenin altında yatan asıl sebepler nedir?
Şükürsüzlük, kanaatsızlık ve olaylar karşısındaki gösterdiğimiz zayıflık; yani sabırsızlık!
Neler görüp geçirmiş, acılarla imtihanlarla yoğrulmuş bir milletin torunları olarak gücümüzü toplayarak, hayata tutunarak ve ne için yaratıldığımızı da unutmayarak bu zor günlerden güçlenerek çıkmak elimizde.
Dedelerimiz, düşman işgalinde depresyona girmediler. Hep birlikte inançla milli mücadelenin en kahranlıklarını,cesurunu yazdılar.
Ninelerimiz, kaybettikleri evlatlarını elleriyle toprağa gömerken yüreklerine taş bağlayıp geride kalanları da toparlayarak dimdik ayakta kalabildiler.
Yokluk yıllarında teyzelerimiz ekmeğini, aşını komşusu ile paylaşıp çoluk çocuk o gün için olsa bile doymuş olmanın huzuru ile yastığa başlarını koyabildiler.
O günlerin gençleri çocukları falan marka bende niye yok? İstediğim olmuyor? Triplerinden bir haber vatan savunması için cepheye gönüllü yazılabildiler. Yırtık ayakkabılarını tamir ederek, okul yerine çalışıp eve ekmek parası getirerek gerçek huzuru yaşayabildiler.
Küçük bebeler bile ellerine kırk yılda bir geçen şekeri, lokumu mutlulukla yiyip kardeşi ile paylaşmanın sevincini gözlerine yansıtabildiler.
Ülkenin en ağır dönemlerini geçirdiği o buhranlı yıllarda kimse zorluklar karşısında ağlamadı, pes etmedi, yıkılmadı, mücadeleyi bırakmadı. Adını belki de hiç duymadıkları anti depresanlara sarılmadı.
Şükür vardı.
Sabır vardı.
Kanaat vardı.
En güzeli de geleceğe dair “UMUT” ları vardı’
GÜNÜN SÖZÜ
Sabır sıkıntının anahtarıdır.
TEBESSÜM
Bir zaman gelmiş ve kaplumbağalar ülkesinde su tükenmiş. napçez neetçez diye düşünürken aralarında en yaşlı, en bilgin olanı
demiş ki “şu daği görüyor musunuz… o dağın arkasında büyük bir göl var.”
Ee, koca dağı hepsi birden aşamazlar. Aralarında çok yaşlı olanlarda var.
Bunun üzerine oraya gidip su getirmeleri için en genç 2 kaplumbaga seçilmiş.
Genç kaplumbağalar 25 yıl sonra göle ulaşmışlar.. Anca çıkmışlar dağı.
Ve o anda farketmişler.. Suyu alıp götürmek için yanlarına kap
almayı unutmuşlar.. Kaplumbağalardan biri; -ee nabıcas şimdii??
Birimizin gidip kap alması lazım.. Diğerimiz de burada beklesin ki kimse
gelip içmesin sudan!! En iyisi sen git! -Olmazz…. Ben gidicem sen ya
suyu içersen?.. O zaman köy susuz kalır ve hepimiz ölürüz susuzluktan!
-Yok valla bak yemin ederim ağzımı sürmiiycem.. sen git al gel kabı
beklicem.. Söz veriyorum. Bunun üzerine diğer kaplumbağa yola çıkmış..
Orada kalan da beklemeye başlamış.. Aradan 30 yıl geçmiş.. 50 yıl.. 60
yıl.. Sonunda bekleyen kaplumbağa bu böyle olmayacak demiş.. Galiba
gelmeyecek bu.. Köydekiler de öldü herhalde susuzluktan.. En iyisi ben
biraz su içeyim de bari ben hayatta kalayım.. Kaplumbağaların soyu
devam etsin.. Tam eğmiş kafasını göle doğru bir yudum alacakken
çalıların arkasından bir ses duyulmuş..:
– Bak böyle yaparsan gitmem amaaa!!!!!!!!!!